Çocuk Edebiyatına İçeriden Bir Bakış: Abdurrahman Ekin – Söyleşi

Sizi çocuklar için yazmaya yönelten nedir?

Arayış. Evet, doğru kelime galiba bu. Öykü ile ilgilendim senelerce. Edebiyatın temel meselelerine kafa yormaya çalıştım. Bu yolculukta edebiyat için söylenebilecek en özel kelimelerden biri de “arayış”. İyi bir öykü yazmaya, insanı tanımaya yönelik arzum insanlığın en saf hâline yönlendirdi beni. Önce kendi çocukluğum sonra başkalarının çocukluğu… Bu serüvende o kadar çok değerli şeyler buluyorsunuz ki saf olanda bir bilgelikle karşılaşıyorsunuz. Bu beni kendisine çekti, diyebilirim. Yani saf, yüce ve çocukça bilgelik…

Çocuklar için yazmanın yetişkinler için yazmaktan daha zor olduğuna inanıyor musunuz?

Böyle bir ayrım olduğuna oldum olası inanmadım. Yazmak zaten başlı başına ciddi ve zor bir iştir. Edebiyatın asıl meselesi tüm benliğinle ve tüm bilginle en iyisini ortaya koymak değil mi? Bu yüzden neden bir grup veya zümre için kalemi elime alırken bambaşka bir hassasiyet göstermek durumundayım? Edebiyatın kendisine dair kaygım zaten yolumu bulmama yardımcı oluyor. Elbette bu yolda uğrak noktaları bulacak yazan kişi. Yolumuz çocuklara da denk gelsin diye uğraşıyoruz. Çocuk edebiyatı alanı ile uğraşmak bence yetişkinler için de uğraşmaktır. İyi ve güzel olan ne varsa onu dile getirmektir.

Çocuklara hitap eden metinlerinizde “olmazsa olmaz”ınız nedir? Sizce yazma sürecinizde bu ölçütünüz değişebilir mi?

Dil. Ondan daha önemli bir şey düşünemiyorum. Dili yüceltmek, dile önem vermek bu işin asıl anahtarı. Bazıları dilden başka bir şey ortaya atıyor. Yaş, kurgu, şu kelime gibi zaten dille var olan şeyleri öncelediklerini söylüyorlar. Bunlar da dille şekillenmiyor mu? İyi bir dil hassasiyetine sahip olmak sizin metninizdeki perspektifi o kadar çok genişletecektir ki yaş sorununuz kalmayacaktır. Kurgunuz, dille zenginleşecek ve doyumsuz bir tat bırakacaktır. Farklılık yakalayacaksınız yani.

Buna ek olarak, “çocuğa şu anlatılır veya bu anlatılmaz” söyleminin aksine bir metinde ne kadar çok şey varsa o kadar çok insanî bir vakıa ile karşılaşırız düsturuna odaklanıyorum. Ayıklamacı, bir durumu veya duyguyu çokça öne çıkartıcı bir tavrın yanlış olduğunu da düşünüyorum. Çünkü iyi bir eser insana ait ne varsa, hepsini, olabildiğince dengede sunmaya çalışan eserdir. Elbette zaman zaman bir durum veya duygunun ön planda olduğunu görebiliriz. Ama denge esas meseledir. Bir sosyal sorun etrafında yazarken bile işin tadını kaçırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Çabuk tüketilen şeylerin, gün gelip de yüzüne bakılmayan metinlerin de bir insanı anlatırken ıskaladıkları şeylerin bunlar olduğuna inanıyorum: Tam ve kâmil bir insan olgusuna odaklanmamak. Çocukluk da bence başlangıçta bu kemale en çok yaklaştığımız anlardan biri. Burada şekilleniyorsunuz. Sonrası garip. Bir de ölüm var. Ölüm anı da en saf ve psişik anlardan biri. Tıpkı çocukluk gibi.

Çocuk edebiyatının ülkemizde ve dünyadaki gelişimini takip ediyor musunuz? Diğer yazarları okur musunuz? Gidişat nasıl?

Elimden geldiğince diyebilirim. Edebiyatın kendisini takip etmek, demek daha doğru bence. Çünkü belli bir sınıf veya zümre için geliştirdiğinize inandığınız yazma dürtüsü alanın kendi inceliklerinden uzaklaşılmasına yol açarsa ancak toz topluyorsunuz. Edebiyat, hem Türkiye’de hem dünyada aldı başını gidiyor. Çok eşsiz meseleler, çok önemli düşüncelere yer veriliyor. Kuramlar, saha çalışmaları, diğer disiplinlerden beslenerek zenginleşen düşünceler… Bunları takip etmek çocuğa yönelik eser verenlerin de eserlerini güçlendirecektir. Gidişatın iyiliği veya kötülüğü üzerine de yorum yapamam. Çünkü kime göre veya neye göre iyi sorusuna verebileceğim kesin bir cevabım yok. Ama edebiyatın da diğer bilim dalları gibi birikerek büyüyen bir sanat dalı olduğuna inanıyorum. Ne kadar çok bilgi o kadar iyi şeyler demek, bu yüzden…

Yazarken edebî kurgu ve dile mi yoksa öğreticiliğe mi ağırlık veriyorsunuz? Sanat mı eğitim mi?

Nasıl ayıracağız bunu? Birini almasak, eksik kalırız. Yukarıda da söylemiştim: Dil, zaten her şey demek. Dile önem veren her şeyi, eserine yedirebilir. Tek bir harf, kelime veya cümle ile hepsi eserinizin izdüşümü olabilir. İnsana ait ne varsa dildedir zaten.

Çocuk edebiyatı hakkında genel kabul görmüş ama katılmadığınız klişeler var mı? Rahat olabilirsiniz biz bizeyiz.

İlk beş soruda bu sorunuza yeterince cevap verdim galiba ama yine de bir daha özetleyeyim:

Çocuk edebiyatı dendiğinde akla gelen belli başlı kalıpların çoğu bana hep eksik ya da hatalı gelmiştir. Mesela, “Çocuklara şu anlatılmaz, bu ağır gelir,” anlayışı… Ne garip değil mi? Çocukları en saf, en dürüst varlıklar olarak görürüz ama onların gerçeklikle yüzleşmesini geciktirmenin ya da sınırlandırmanın iyi bir şey olduğuna inanırız. Oysa edebiyat, hayata dair her şeyin içinde yer bulabildiği bir alandır. Çocukların dünyasında da acı, kayıp, korku, karmaşa, belirsizlik var. Bunları görmezden gelerek, edebiyatı yalnızca neşeli, pürüzsüz, eğlenceli bir şeye indirgemek, onu eksiltmektir. Elbette anlatım dili ve kurgusal denge önemli, ama insanın doğasına ait ne varsa edebiyatta da olmalı.

Bir diğer klişe de şu: “Çocuk edebiyatı, yetişkin edebiyatına göre daha kolaydır.” Bunu söyleyenlerin çoğu ya çocuk edebiyatını ciddiye almıyordur ya da edebiyatın kendisini tam anlamamıştır. Dilin en sade ama en güçlü hâline ulaşmanız gerekiyor. Sözcüklerin hem anlam taşıması hem ritmiyle bir etki bırakması lazım. Çocuklar yetişkinlerden çok daha sezgiseldir ve yapaylığı, sahte anlatımı hemen fark ederler. O yüzden çocuklara yönelik bir metin yazarken, asla onları küçümseyemezsiniz.

Bir başka sıkıntılı bakış açısı da “Çocuk edebiyatı eğitici olmalıdır,” anlayışı. Elbette çocuk kitapları eğitebilir, öğretebilir, ama bunu bir görev gibi görmek edebiyatın ruhuna aykırı. Çünkü edebiyat, okuru bir yere taşır, ona yeni ufuklar açar, ama bunu didaktik bir dille yapmaz. O yüzden edebiyatı bir eğitim aracına dönüştürmek ve sadece fayda sağlayan metinler yazmak bence çocuk edebiyatının gücünü azaltan bir yaklaşım. Metnin önce iyi olması, edebî değer taşıması, dile ve anlatıya önem vermesi gerekir. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

Çocuk edebiyatında hep “yaş grupları” meselesine fazla takılıyoruz. Çünkü iyi bir metin, yaşa değil, okuyucunun hayal gücüne ve duyarlılığına hitap eder. Bir çocuk, 10 yaşında da 20 yaşında da aynı kitaptan farklı anlamlar çıkarabilir. Tıpkı yetişkin edebiyatında olduğu gibi, burada da çok katmanlı bir anlatım mümkün. O yüzden çocuklara yazarken yaş sınırlarına, neyin anlatılıp neyin anlatılamayacağına dair kurallara fazla takılmadan, dilin ve hikâyenin gücüne güvenmek gerekiyor. Çocuk edebiyatı yetişkin edebiyatından ayrı bir kategori değil. Sadece çocuklar için değil, herkes için en iyi hâliyle yazmak önemli.

whatsapp_image_2025-03-16_at_16-51-10b

Çocuk kitapları yayıncılığında sizce en büyük eksiğimiz nedir? Bilgisayarda açtığınız boş dosyadan kitabınız okurun eline ulaşana kadar hangi basamak sizi en çok zorlar?

Ciddi bir eleştiri mekanizması eksikliğimiz var. Gerçekten nitelikli, alanına hâkim, edebiyatı yalnızca çocuk kitaplarıyla değil, tüm yönleriyle bilen eleştirmenlere ihtiyacımız var. Çocuk edebiyatı şu an sermaye piyasasının elinde bir oyuncak gibi. Düşünsenize, bir yayınevi “çok satacak” diye bir kitabı basıyor ama o kitabın edebî niteliği üzerine tek bir kişi bile ciddi bir şey söylemiyor. Eleştirmenlerin işi övgü cümleleri sıralamak değil, gerekirse çok sert eleştiriler getirmek olmalı. Ama nerde? En çok satan listelerine bakın, piyasaya sürülen kitapların büyük çoğunluğu aynı formüle dayalı, klişelerle dolu. Oysa edebiyatın meselesi çok satmak değil, iyi olmaktır. Çocuk kitaplarında ise bu daha da önemli çünkü çocuk okurlar, ne veriliyorsa onu alıyor. İşte burada büyük bir sorumluluk var ama denetleyen kimse yok. Bir de en temel sorunlardan biri, çocuk edebiyatının hâlâ “ciddiye alınmayan” bir alan olarak görülmesi. Yetişkin edebiyatında büyük laflar eden, ağır analizler yapan pek çok kişi çocuk kitaplarını hafife alıyor. Ama gelin görün ki, sektör tam tersi bir mantıkla ilerliyor. Klişe bir hikâye yaz, bolca renkli çizim ekle, hop kitap hazır! Böyle yürümüyor bu iş ama işte, piyasanın kuralları değişmedikçe nitelikli olan da arada kaynayıp gidiyor.

Bir metnin okura ulaşana kadar geçtiği basamaklara gelirsek… En sancılı kısım, o ilk cümleyi yazmak benim için. Bazen kafamda her şey dönüp duruyor ama o ilk kelimeyi bilgisayara yazmak, delirtici bir süreç olabiliyor. Yazıyorsun, siliyorsun, baştan başlıyorsun. Sonra o ilk cümle dökülüyor ekrana ve yol açılıyor. Ama en büyük mesele şu: Yazdığım şeyin gerçekten iyi olup olmadığını anlayacak, beni yönlendirecek ya da gerekirse dur diyecek bir sisteme sahip olmamak. Bazen keşke elimden tutup “Bu olmadı, şunu dene” diyecek biri olsa diyorum. Çoğu zaman ya kendinle baş başasın ya da “Harika olmuş!” diyenlerle çevrili etrafın. O yüzden eksiklerini kendi kendine görmek ve metni acımasızca eleştirmek zorundasın. Tabii görebilirsen…

Yazdıklarınızla çocuklara erişebilmenin bir ön şartı var mıdır? Çocuk sevmek, çocuk sahibi olmak, çocuklarla iyi anlaşmak gibi.

Tam olarak bu konuda düşünmediğimi fark ediyorum şu an. Verdiğiniz örnekler oldukça önemli. Evet, bunlara bir de düşünmeden yaşamak; çocukça yaşamak diyebilirim…

Çocuk kitaplarında ne görürseniz sizi rahatsız eder? Çocuk hayatının da gerçeklerinden olan olumsuzluklarla kitabınızın içeriği arasındaki dengeyi nasıl belirlersiniz?

Kesinlikle, beni en çok rahatsız eden şeylerden biri, modernizmin ve liberalizmin açtığı yaraları örtük ya da açık biçimde öven, meşrulaştıran çocuk kitapları. Bunu bazen aşırı bireycilik vurgusunda, bazen tüketim kültürünü normalleştiren anlatılarda, bazen de çocuğun kendi dünyasını yüceltirken kolektif hafızayı, geçmişi, toplumsal bağları değersizleştiren bir bakış açısında görüyoruz. Bir de cinsiyetsizleştirme meselesi var… Çocuk, hayatın bir parçasıdır, acıyı da mutluluğu da, kaybı da kazanımı da deneyimler. Ama mesele, bunları edebiyatın diline uygun, samimi ve sahici bir şekilde anlatabilmek.

Gerçeklikle hikâye arasındaki dengeyi nasıl kuruyorum? Güzel soru. Hikâye önce yazarına yol açar, sonra okuruna. Ama herkes aynı yolda yürümek zorunda değildir. Gerçek bir eserin niteliğini belirleyen en önemli şeylerden biri, okuru zorla bir düşünceye sürüklememesi, onu belli bir yöne itmemesidir. Hikâye, parmak sallamıyorsa, kendi vazifesinin dışına çıkıp tebliğci gibi davranmıyorsa, bence iyidir. İnsan nerede, nasıl ve ne şekilde durması gerektiğini kendi deneyimleriyle öğrenir. Hayat, acı tecrübeleriyle insana yön gösterir; edebiyatın işi ise bunu doğrudan anlatmak değil, sezdirerek düşündürmektir. Bugünün insanına, hele ki çocuğa, karşısına geçip vaaz vermek artık pek bir şey ifade etmiyor. İnsanlar acıyı deneyimlemek, kendi anlamlarını inşa etmek istiyor. Geleneğin izinde korunmuş hafızayı anlamak için çabalamak yerine, çoğu zaman geçmişin içinden sezgileriyle bir şeyler devşiriyor.

Bu yüzden, düşmelerimiz, yaralanmalarımız, yanlış yollarımız karşısında yazdıklarımızın kırk kere gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bazen en iyi niyetle bile yazarken, kaş yapayım derken göz çıkarma ihtimalimiz çok yüksek. Bir hikâye, okurun iç dünyasında yankı bulmalı ama ona hazır cevaplar sunmamalıdır. İşte gerçeklikle hikâye arasındaki denge de burada yatıyor.

Okuyan çocuğun daha iyi bir insan olacağına dair elimizdeki dayanak nedir?

İnanın bilmiyorum. Ben, okumanın ağır yük olduğuna biliyorum sadece. Her okuyanın, insanca yaşamaya dair bir hissiyatının da gelişeceğini artık düşünmüyorum. Ne okuruz, ne tür eserler elimizden geçiyor sorusu işin bence kilit noktası…

Ebeveyn ve öğretmenlerin çocuk okumalarına katkısı gerekli veya yeterli mi? Çocuk bu konuda yönlendirilmeli mi, nasıl yönlendirilmeli, kitap nasıl seçilmeli ve okunmalı?

Bunun oldukça riskli olduğunu düşünüyorum. Okumak bir kültür tercihidir. Ailemiz, inançlarımız, yaşadığımız coğrafya, deneyimlerimiz… bütün bunları göz ardı edip “herkes için geçerli” evrensel bir kitap listesi oluşturma çabası, sanıldığından çok daha problemli bir durum. Hemen her yerde belli yaş gruplarına, belli düşünce yapılarına hitap eden listelerle karşılaşıyoruz. Okuma süreci, kişisel olduğu kadar dönüşümsel de bir süreçtir. Çocuk, sadece “kendisine uygun” olanı değil, bazen zihnini zorlayacak, onu başka yönlere çekecek metinleri de deneyimlemelidir.

Kitap tavsiye etmek, büyük bir sorumluluk. Okurun kim olduğu, hangi bağlamda büyüdüğü, nasıl bir dünyada yetiştiği düşünülmeden yapılan bir yönlendirme, kimi zaman hiç hesaplanmamış sonuçlar doğurabilir. Bir öğretmen olarak bunun etkilerini defalarca gördüm. Önerdiğim bir kitabın bazı öğrencilerde bambaşka yankılar uyandırdığını, bazılarını ise tam anlamıyla boşluğa düşürdüğünü deneyimledim. Çünkü önerilen her kitap, bir bağlam içinde değerlendirilmelidir. Bir çocuğa, yaşantısıyla tamamen çelişen, anlam dünyasına oturmayan bir kitap verirseniz, onu okumaktan bile soğutabilirsiniz. Ya da tam tersi, onu kendi gerçekliğinin çok dışında bir düşünceyle karşılaştırıp karmaşık bir duygu içinde bırakabilirsiniz. Peki, kitap nasıl seçilmeli? Burada kesin bir cevap vermek imkânsız. Ama birkaç temel ölçüt var: Dilin gücü, anlatının derinliği, okurun zihinsel ve duygusal gelişimine uygunluğu… Sadece popüler olduğu için ya da belli bir yaş grubuna uygun görüldüğü için kitap seçmek büyük bir hata. Kitapları kategorize etmek, yaş gruplarına sıkı sıkıya bağlamak yerine, çocuğun bireysel dünyasını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ebeveyn ve öğretmenlerin çocuk okumalarına katkısı önemli ama tek başına yeterli değil. Yönlendirme adı altında çocukları tek bir okuma biçimine hapsetmek yerine, onlara farklı yollar açmak, seçenekler sunmak ve okuma sürecini bir keşif hâline getirmek gerekiyor. Ya da bilgisine gerçekten güvenilen kişilere müracaat edilmeli: ulemalara, ediplere, feylesoflara…

Modern pedagojiyle aranız nasıl? Geleneksel yöntemlerle modern pedagoji arasında nerede duruyorsunuz? Yazdıklarınızda hangisinin ağırlığı daha fazladır?

Bu konuya hiç girmeyelim. Şu ana kadar yazdıklarımdan, nasıl cevap vereceğimi kestiriyorsunuz muhtemelen.

Yetişkin bir yazarın bugünkü çocuğun diline, düşüncesine sahip olması mümkün müdür, gerekli midir? Farklı kuşakların bağını koruyabilmek için dünyalararası bir köprüye mi yoksa tek dünyalaşmaya mı ihtiyaç var?

Bunu mümkün görmek safdillik olur, gerekli demek ise büyük bir yanlış. Sosyal bilim kuramlarının bazılarında empatinin mümkün olmadığı görüşü vardır. Bir yetişkin yazarın bugünün çocuğunun diline, düşüncesine tamamen sahip olması imkânsız. Bir çocuğu veya bir bireyi anladığınızı iddia etmeniz için onunla aynı duygu durumunu yaşamanız, aynı koşullarda olmanız, aynı zaman diliminde yaşamanız lazım. Bu mümkün değil elbette. Farklı imgeler, farklı sesler, farklı korkular ve sevinçler içinde yaşıyoruz hepimiz. Bizim oynadığımız sokaklarda artık kimse yok. Belki bizim için bir macera olan şeyler, başkaları için sıradan. Ya da tam tersi, onların dünyasına ait bazı şeyler, bizim tahayyülümüzün bile dışında. Peki, bu bir yazar için ne anlama geliyor? Öncelikle, çocuk gibi düşünmek değil, çocuk dünyasını anlamaya çalışmak gerekiyor. Anlayabildiğiniz kadar tabii. Çünkü iyi bir yazarın, çocuklar ve diğer insanlar arasında büyümüş biri değil, onların dünyasına duyarlı olan biridir.

Burada sorunuzu biraz daha açayım: Çocuk ve yetişkin dünyaları arasındaki bağı nasıl koruyacağız? Tek bir dünyada buluşmaya mı çalışmalıyız, yoksa farklı dünyalar arasında köprü mü kurmalıyız? Ben ikinci şıkkın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü tek dünyalaşma, yani yetişkinlerin çocuk gibi düşünmeye çalışması ya da çocukların yetişkinler gibi konuşmaya zorlanması, her iki dünyayı da fakirleştirir. Çocukluğun kendi gerçekliği vardır, yetişkinliğin de kendine ait bir dünyası. Bir çocuğun, yetişkinlerin dünyasına tam anlamıyla girmesi ne kadar mümkün değilse, bir yetişkinin de çocuğun dünyasına bütünüyle girmesi o kadar imkânsızdır. Ama iyi bir hikâye, bu iki dünya arasında bir köprü kurabilir. Ancak bir yazar, bir çocuğun dilini birebir taklit ederek yazmaya çalışırsa, ortaya sahte ve yapay bir metin çıkar. Çocuk bunu hemen fark eder. O yüzden mesele, çocuğun nasıl konuştuğunu değil, nasıl algıladığını anlamakta yatıyor. Çocuk kelimeleri nasıl seçiyor, dünyayı nasıl görüyor, hangi olaylar onun zihninde nasıl yankılanıyor? İşte bunları sezebilen bir yazar, çocuğun dünyasına yaklaşabilir ama asla tam anlamıyla onun yerine geçemez. Çünkü geçmemelidir de.

Özel olarak da bu alanda uğraş verdiğim bir şeyi dile getirmek istiyorum. O da Kuşluk Dergi. Yukarıda dile getirmeye çalıştığım şeyleri önemseyen bir dergi olarak yayın hayatına devam eden bir süreli yayının çıkması için çabalayan biriyim. Tüm düşüncem ve hayatım bu dergi özelinde şekilleniyor şu an. Yani, çocuklar için, edebiyat için… İlgililerin Tulu Kitap’ın alt markası olan bu dergiye katkı sunmasını da canı gönülden arzuluyorum.


Yazar: A. Erkan AKAY
Yayın Tarihi: 14.05.2025 09:00 –
Güncelleme Tarihi: 20.03.2025 11:40

Başa dön tuşu
Haber Yeni Yüzyıl